0 yorum

Dünün Dünyası


Yazdığı biyografilerle bir döneme damga vuran usta yazar Zweig bu sefer kendi otobiyografisiyle karşımıza çıkıyor.Dünün Dünyası isimli eseri eğitim yıllarından başlamak üzere Avrupanın gelişimi ve kültürü hakkında önemli bilgiler içeriyor.Ayrıca politika ve sanatında içerisine bulunduğu 19yy. başlarından ,ikinci dünya savaşının başladığı 1939 yılına dek süren olayları ,içerisinde bire bir bulunan bir Avrupalı gözüyle aktarıyor. Avusturyanın o dönem ki siyasi tarihi ile şartlara göre gelişen ideolojilerinde yer aldığı geniş bir konu yelpazesini ele alan yazar ayrıca insan ilişkileri ve kültürleri üzerinde de duruyor. Sanat,felsefe ve toplumsal tabularında geçen zamanla birlikte ne derece evrimleştiğini göstermeye çalışan yazar bunlarla birlikte sürgün yıllarından ve seyahatlarından da önemli bilgiler sunuyor.Savaşların insanlar ve toplumlar üzerinde ki yıkımı konusuna da ayrıca uzunca değiniyor.Kitap özetine geçecek olursak;

Zweig'in kendi yaşam öyküsü konumunda ki bu kitap eğitim döneminin anlatılmasıyla başlıyor. Avusturyanın monarşi yıllarında ki katı ve muhafazakar toplum yapısıyla birlikte ayrıca eğitim kurumlarının sert ve kapalı bir topluma uygun tarzda eğitim verdiğini belirtiyor. Eleştirel tarzda ,monarşinin o günün koşullarında insanlar üzerinde ki otoritesini sorgulayan Zweig ayrıca yüksek Viyana kültürünün çekirdeğini oluşturan Yahudiler hakkında da dikkat çekici bilgiler vermekte. Kendisi de bir Yahudi olan Zwieg bütün sanat dallarının gelişmesinde ve belirli bir seviyeye ulaşmasında Yahudilerin sunduğu katkılara yoğunlaşıyor. Yazarlık döneminde ki ilerleyişinden ve güçlükler karşısında gösterdiği dirençten bahsediyor.Siyonizmin fikir babası olan Theodor Herzl ile yakın diyaloğunu anlatıyor.Toplumsal olarak bir tabu olarak görülen cinselliğin o dönem insanlarının üzerinde ki etkilerinden bahsediyor ve kadın erkek ilişkileriyle giyim kuşam tarzlarından örnekler sunuyor.Konular sınırsız derinlikte ve çok akıcı bir dille anlatıldığı için okuyucunun sıkılmadığını belirtmek isterim. Zweig in dünya savaşları dönemlerinde yapmış olduğu Amerika,Hindistan,Brezilya ve Arjantin anıları da ayrıca hitapta yer alan bölümler arasında. Sanatçılar ve sanat üzerinde oldukça uzun durmuş Zweig. Hem kendi kariyeri hemde o dönemde arkadaş olduğu bir çok tanınmış ressam,yazar,heykeltıraş,şair ve müzisyen hakkında önemli bilgiler veriyor. Avrupanın siyasi olarak ne tür bir değişim geçirdiğini tüm açıklığıyla ele almış. Kendi eserleri hakkında da ayrıca bilgiler sunuyor. Mussolini ve Hitler dönemlerinde ki çalkantılı Avrupayı çok iyi dile getirdiğine inanıyorum. Ayrıca monarşiden cumhuriyete geçen o dönemin Avusturyasını da ustaca anlatmış.Ahlaki çöküntüyle birlikte savaş sonrası-Birinci Dünya Savaşı-hep farklılık arayan insanların yol açtığı bozulmaya da değinmiş.Devletler arası casusluk faaliyetlerini bire bir yaşamış bir insan olarak canlı bir üslup ile anlatıyor.Soykırıma uğrayan Yahudiler üzerine de uzunca fikirlerini belirtip sebepleri üzerine durmuş.Kısaca Avrupanın kısa tarihine tanık olmak ve Zweig'i daha iyi tanımak ve anlamak için okunması gereken yegane kitaplardan biri diyebilirim.

Yazar Hakkında;

Stefan Zweig, (d. 28 Kasım 1881ViyanaAvusturya-Macaristan - ö. 22 Şubat 1942PetrópolisRio de JaneiroBrezilyaAvusturyalı romancıoyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı.Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı.Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. 

0 yorum

Filistin Meselesinde BM'nin Etkinsizliği


BM Genel Sekreteri Ban Ki ,İsrail saldırıları tüm şiddetiyle sürerken bir hışımla aniden ortaya çıkıp samimiyetsizce "burada bir suçlu aranması gerekiyorsa bu Filistin olmalı" demişti.Aradan 1 gün geçmeden bu sözden cesaretlendiklerini düşündüğüm İsrail jetleri Gazze de ki en güvenli bina olarak bilinen BM ye ait okulu hedef alıp içerisinde ki 15 çocuğu birden katlettiler. BM ne yazık ki politika üretemiyor ve küresel olarak faaliyet gösteren güçlü aktörlerin oyuncağı haline gelmiş.Formaliteden öteye geçmeyen kuruluş amacını yerine getirip dünya barışına katkı sağlamak bir yana israil nezdinde savaş çığırtkanlığı yaparak operasyonları haklı görüp sahip çıkıyor. Anlaşılan BM kısaca evrenselliği değil gücü ve erki elinde bulunduranların haklarını savunan bir yapıya bürünmüş.Adaletsizliğin meşrulaştırmış bir şeklini ilke edinen bu örgütten açıkçası Dünyaya bu zamana kadar bir fayda gelmediği gibi bundan sonrada bir fayda gelmeyecektir. BM meseleyi politik olarak düşünmemeli  sadece ölen çocuk ve insanlar nezdinde sorunu değerlendirip ona göre herhangi bir kınama mesajı yayınlayıp tarafları sükunete davet etmeliydi.Fakat görünen o ki BM bundan bile aciz bir durumda. BM'nin yan kuruluşu UNICEF ise halen faaliyette ve sözde ellerine broşür tıkıştırılmış gençler caddelerde çocuklar adına yardım toplama derdinde. Onlara sormak lazım Ban Ki'nin açıklamaları ve samimiyetsizliğinden sonra sözüm ona çocukları koruma vakfı  UNICEF e kim itibar edip gönülden yardımda bulunabilir..?

0 yorum

Devlet İçi Emniyet Operasyonları ve Gelinen Nokta


Son günlerde yapılan Emniyetteki tasfiyeler görsel ve yazılı basında oldukça geniş yer edinmiş durumda. Kimileri bunun siyasi amaçlı emniyet teşkilatını yıpratıp göz dağı vererek baskı mekanizmasını arttırmak olduğunu iddia ederken kimileri de asayiş içine kümeleşmiş gizli bir örgütün tasfiye edilmesi şeklinde görüş belirtiyor. Açıkçası aslında ne olursa olsun bu tip bir operasyonun yapılması teşkilata duyulan güvenin insanlar nezdinde sıfırlanması anlamı taşıyor. Güven bunalımına sürüklenen kamuoyunun da yargı ve beraberinde ki emniyet mensuplarına şüpheli bir gözle bakmasına yol açıyor. Burada ciddi kusura yol açan ve ileriyi göremeyip böyle bir sıkıntıya sebep veren yetkililerin bu meselenin ceremesine katlanmasını gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal olarak yargıya güvensiz bir ortam yaratan yönetimin her şekilde yaptığı hataları kabullenip kamuoyundan da bir özürü esirgememesi gerekir. Ergenekon,Fenerbahçe ve Balyoz davalarının içinin boş çıkması da aynı şekilde adaletin bir kusuru olarak kabul edilmeli ve bu hataya yol açan hakim ve savcılarında gerekli yaptırımları görmesi gerekir. İçi boşaltılmış bayağı davalarla kimi kurum ve kişilerin yıpratılmak istenmesi çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle belli bir kesimi hedef alan davalarda maalesef ki çok değerli katkılarla çağdaş bir eğitim yapısı oluşturmaya kendini adayan ve kurduğu derneklerle bir çok öğrenciye burs verip gençlere aydınlık bir gelecek ideali hazırlayan Türkan Saylan kanserden ölmüş, kimi albaylar intihar etmiş, kimi de ölüm döşeğinde cezaevlerin de tecride uğramıştır. Tüm bu yapılan haksızlıklar karşısında suçlamalar günümüz de malum reddedilmiş ve hak ihlalleri kararları verilerek sanıkların yeniden yargılanma yolları açılmıştır. Tüm bunlara genel olarak baktığımız da şu an da polislere yapılan operasyonları yerinde görmek gerekir. Eskiye doğru geriye gidecek olursak tüm bu mağduriyetlerin giderilmesine bir ön ayak olacağına inandığım emniyet operasyonları yerinde uygulamalardır. Teşkilatın içerisine sızmış bulunan Emniyet Müdür ve polislerin ayıklanması gerekiyor. Devlet içerisinde yuvalanan cemaat ve benzeri yapıların temizlenmesi gelecek içinde atılmış önemli bir adım olacaktır.Ben burada hükümetin gecikmişte olsa bu yönde attığı adımları destekliyorum.Her bir vatandaşın hangi görüşte olursa olsun, hangi ideali benimsemiş olursa olsun şu anda yapılanlar kesinlikle yararınadır.Tabi burada 17 Aralık olayına da değinmek gerekiyor.O tarihlerde yapılan yolsuzluk operasyonlarını gerçekçi ama samimiyetsiz bulduğumu belirtmek isterim.Belki yapılması gerekiyor ve  haklı gerekçelere dayanıyordu fakat operasyon iyi yönetilmedi ve yapılış şekliyle halkta olumlu bir izlenim uyandırmadı.Çünkü yapaydı ve sanki birileri aniden düğmeye basmıştı ayrıca belli bir amaca yönelik olduğu izlenimi uyandırmıştı.Aynı Aziz Yıldırımda olduğu gibi ipe sapa gelmez deliller sunuluyor ve sanıkların cezalandırılması için sanki öfkeli bir güruh canını dişine takar bir vaziyette 'dişe diş kana kan intikam intikam'' nidalarıyla haykıran kitleler gibi hareket ediyordu. Cemaat gazetelerinde sanıklara atılı suçların ispatı niteliğinde deliller öne sürülüyor ve mahkemesiz bir infaz süreci işletiliyordu. Ne yazık ki dediğim gibi bu girişimler insanlar üzerinde olumlu bir izlenim oluşturmadı ve operasyona destek çok asgari bir düzeyde kaldı.Yani aslında operasyon çok kötü yönetildi. Her ne kadar iddialar gerçekte olsa başarısız olma sebepleri kısaca budur.Devlet içine kümelenmiş bir yapının varlığı zaten bilinen bir gerçekti.Her Türk vatandaşı yaşlısından gencine bu gerçeği bilir.Bu gizli örgütlenmenin açığa çıkarılması ne yazık ki karşılıklı bir çıkar mücadelesinin sonucunda ortaya çıkarılmaya başlandı.Keşke daha önce Ergenekon,Fenerbahçe ve Balyoz davaları açılmadan böyle bir operasyona girişilseydi.Hem insanlar tecrit edilip hastalıkların pençesine düşüp ölmez,kimileri intihar etmez,kimileri gereksiz sebeplerle beş sene hapis yatmaz ve adalette bu kadar yozlaşmazdı.Böyle gizli bir oluşumun varlığı a'dan z'ye bu ülkede yaşayan herkes için bir sıkıntıdır.Zararın neresinden dönülürse kardır deyişi gibi şu an yapılanlar zarardan dönülme olarak görülmeli ve her ne kadar hükümette bu mesele sebebiyle suçlu olsa da operasyonlara her kesimden en güçlü şekilde destek verilmesi şu an yapılacak en doğru iştir diye düşünüyorum.

0 yorum

Toplumsal Samimiyet ve Protesto


Diyanet İşleri Başkanı güzel bir meseleye değinmiş. Müslüman ülkelerde günde ölen her 1000 kişinin 900'unu yine müslümanlar katlediyor demiş. Bunların başını da Işid ve benzeri terör örgütleri çekiyor. Bir ay içerisinde İsrail 300, Işid ise 6000 kişiyi katletti. Aralarında Şia,Nusayri,Türkmen ve Kürtlerin bulunduğu geniş bir etnik yapıya mensup insan yığınları mezhep ayrımcılığı sonucu acımasızca katlediliyor. Zulümlerin ve katliamların dini,ırkı ve mezhebi olmaz. Kimler hangi amaç uğruna bu zalimlikleri insanlar üzerinde uyguluyorsa toplumsal olarak hiç bir ayrıma gitmeden hepsine aynı tepkiyle karşılık verip aynı şekilde lanetlemeliyiz. İsraili protesto edip sokaklara çıkarak pankart taşıyan kitleler aynı duyarlılığı nedense bin kat daha tehlikeli vahşi bir örgüte karşı göstermiyor.İnsanlığa karşı işlenen suçların üstü örtülmemeli ve sümen altı edilmemelidir.Birileri İsraili sert şekilde eleştiriyorsa İşid ve benzeri terör örgütlerini de aynı şekilde eleştirebilmeli.Nedense birileri sanki karşı durmaları durumunda dinden çıkacaklarını(!) düşünürcesine İşid ve benzeri sözde mezhep savaşı verip toplu katliam yapan bu zalim paravan örgütlere ses çıkarmıyor.Bu örgütler mezhepçi anlayışla kanlı bir savaş yürütüyorlar. Ne yazık ki itiraf etmeliyim toplumu oluşturan bireylerde mezhepçiliğe dayalı bir anlayış hakim.Bu böyle devam ettikçe bu tablo değişmeyecek.Ayrıca bu şekliyle yapılan boykot,protesto ve eylemler samimiyetsiz bir şekilde itibar görmeyip amacına ulaşmayacağı gibi destekte görmeyecek..Ve İsrailin yaptığı zulme verilen tepkinin ne yazık ki binde biri bu katliamlara verilmiyor.Siyasi konjonktüre hizmet eden bazı derneklerde buna ön ayak oluyor.Her gün öldürülen binlerce kişinin katlinden yine müslümanlar sorumluyken sadece Filistin gibi küçük bir coğrafyada ki zorbalıklara karşı verilen tepkiyle avunuluyor. Önce iğneyi kendimize sonra çuvaldızı başkalarına batırmalıyız

0 yorum

Silahların Gölgesi Altındaki Çocuklar


Her geçen gün artan insan hakları ihlallerinden en çok çocuklar zarar görüyor. Sadece ölümler bu trajediyi anlatmaya yetmez.Vahşetin ve acımasızlığın egemen olduğu Ortadoğu'da ki bu bataklıkta saplanıp kalan insanlık vicdanı ne yazık ki kimi insanların vahşiliklerini engellemeye yetmiyor. Kin,nefret ve gözyaşının olağan bir şey gibi kabul edildiği bu coğrafyada bebek ölümlerinin yanında çocuklara yapılan kötü muamele ve işkence de maalesef sıradan,rutin bir olaymış gibi kabul görüyor.Mesele bu yönüyle tam manasıyla bir trajedi.Daha yeni doğup tüm yaşama sevinciyle kundaklanmış minik bedenler toprağa giriyor.Hava harekatları maalesef masum insanların da canlarını alarak onların yaşam nefeslerini yok ediyor.Savaşların insani boyutu her daim görmezden gelinmiş ve yok sayılmıştır.Yaşamın kutsallığının böyle pervasız ve insafsızca ayaklar altına alınmasını Dünya tüm şaşkınlığı ve vakurluğuyla izlemeye devam etmektedir.Herhangi bir yaptırımı bırakın tek bir kınamayı bile çok gören uluslararası kuruluşlarda bu suçun ortaklarıdır.Savunma hakkının kutsallığından dem vuranlar yaşam hakkının gasp edilmesine seslerini yükseltememektedirler.Politik ilişkiler bütün insani değerlerin üzerinde kabul edilmeye devam ettikçe bu tip dramlar daha çok yaşanır.Özellikle savaşın ve çatışmanın a'sını bile bilmeyen minik vücutlara bu fatura kesiliyor.Zalimlik,acımasızlık ve hırsın yol açtığı bu insanlık dışı olayı bütün kamuoyu ve devletlerin ortak bir doktrin ile lanetlemesi gerekmektedir.Mühimmat ve silah ticaretiyle uğraşan karanlık lobiler savaşlardan,kan ve gözyaşıdan beslenmektedir.Uluslararası silah ticareti barışın önünde en büyük engeldir.Silah ve savunma alanında yatırımda bulunan çok uluslu şirketler savaşlardan rant elde ederler.İsrail ve ABD gibi ülkelerde malum silah ticaretinin başını çekiyorlar.Her üretilen mühimmat ve silah insanlığa ölüm kusan bir cellat gibi görülmeli.Bu yönüyle bakıldığında da Dünyada ki şiddetin bitmesinin zor olduğu görülmelidir.ABD'deki kişisel silahlanma en üst seviye bulunmakta.Silah tüccarları yeni teknolojilerinde yardımıyla her geçen gün kar marjlarını yükseltmenin derdindeler.Böyle olunca da kalıcı bir Dünya barışından bahsetmek hayal gibi görülmeli.Yani savaş ve benzeri çatışmalardan çıkarı bulunan global bir lobinin bulunduğunun bilinmesini isterim. Kısaca para ve kazanma hırsının önünde insanlığın en masum canlıları olan bebekler bile duramıyor maalesef..

0 yorum

AIDS ve Toplumsal Bilincin Önemi


Fakirlik ve sefaletle birlikte gelen cehalet ne yazık ki HİV belasını afrikalılara bela etmiş durumda. Koruyucu ve önleyici yöntemleri yayılıma karşı uygulamada ki yanlışlıklarla birlikte bölge halkını yönlendirip bilgilendirecek personelinde yetersizlik ve ilgisizliği neticesi salgının önü alınamamış. Maalesef ki orta doğudaki sorun gibi aciz,sefaletin pençesine düşmenin doğal bir sonucu olarak görülebilen bu cahil insanları Filistin de sadece İsrail değil ayni şekilde afrika steplerinde de doğa acımasızca cezalandırıyor. Yani ne yazık ki dünya gezegeninde düşenin dostu olmuyor. Salgın seklinde çok hızlı yayılan bu virüs önü alınamaz bir şekilde insanları katletmeye devam ediyor. Esasında önlemler sayesinde bulasıcılığı çok kısıtlı olmasına rağmen bilgisizlik, ilgisizlik ve umursamazlık ne yazık bu hastalığın eline büyük bir koz veriyor. Türk toplumunda da yayılan bu virüsün tek çaresi bilgilenmek. Hastalığın aşısı bulunmuyor. İlaçlar ise sadece hayat kalitesini arttırmaya yönelik işlev görüyor. Bunun dışında HIV in yol açtığı AIDS hastalığının tıpta bir çaresi bulunmuyor. Özellikle bu hastalık İranda da oldukça yaygın. Sadece bu amaçla İran ilaç dahi geliştirdi. Toplumsal duyarlılık bu ülkede toplumumuza göre çok daha fazla. Neredeyse her köşe başında çağın vebası sayılan AIDS hakkında bilgilendirme yapan bürolar bulunuyormuş. Tabi bu önlemlerin altında dünyadaki yayılım bakımından en genç nüfusun İran da bulunuyor olması yatıyor. Ne yazık ki ülkemizde de insanlar bu konuda duyarsız. Devlette bu konuya eğilmeye eriniyor. Böyle olunca kitlesel bilinçlenme kişinin kendi iradesine kalmış oluyor. Kısaca bu virüs hakkında bilgi verecek olursak Sahra altı Afrikası denilen bölgeden yayılmaya başladığını söyleyebiliriz. ABD de ise ilk kez 70'li yıllarda eşcinsellerde tespit edilmiş. Zaten ondan sonra bu hastalığın önü bir türlü alınamamış.Bu virüs her saniye başı DNA'sını değiştirip mutasyona uğramakta ve her bir kopya virüs farklı evrimsel mekanizmaya göre değişim geçiriyor.Bu sebeplerden dolayı hastalığa deva olacak ilaç geliştirmek neredeyse imkansız. Tedavisi de bir o kadar pahalı ve dediğim gibi sadece AIDS'e yol açan semptomların örselenmesini sağlayıp kişinin yaşam standartlarını yükseltiyor. Dünyada ki örneklerle karşılaştırıldığın da Türkiye de salgın çok düşük düzeyde. Özellikle ortak şırınga yoluyla uyuşturucu kullanımı,eşcinsellik ve fuhuş gibi faktörlerde virüsün yayılmasını kolaylaştırıyor. Esasında kısa dönemde de bu virüsü durdurabilecek bir ilaç beklemek hayal olur. O yüzden toplumsal bilinç en önemli önlem olarak görülmeli.

0 yorum

İslam Coğrafyasının Makus Talihi


Ne yazık ki İsrail gibi ufak bir ülkeyle neden bunca müslüman baş edemiyor diye hiç kimse kendine sormayıp öz eleştiri yapmıyor. Meseleye sadece dini bir yaklaşımda bulunmak sorunu çözmeyip derinleştirir. Cihat edelim asalım keselim sözleri havada kalan boş laflar. Sadece tepki gösterip boykot ederek meselenin özüne inilemiyor. Bilime ve yeniliklere açık olan bir toplum olamamamız ,gelişen teknolojiyi geriden takip etmemiz ve pozitif bilimlere mesafeli oluşumuz uçurumu daha da derinleştiriyor. Medeniyetin,akıl ve bilimin önüne başka şeyler koyduğumuz müddetçe bu tablo değişmeyecek. Her dönemde olduğu gibi inançsal bir olgu olan ahireti kazanma hırsıyla ,yaşadığımız dünyayı kaybetmeyi tercih ettiğimiz müddetçe hep mağlup olacağız. İslam toplumunun geri kalmışlığının sebeplerini doğru yerde aramak lazım. Çağa ayak uyduramayıp ,uyum sağlayamayan her toplum ezilmeye mahkumdur. Özgün düşünemeyen ve gelişime kapalı toplumlar her dönem yenilmişler hatta köle edilmişlerdir. Kazanımı, çağdaşlık ve ilericiliğin aksi yönünde arayan ideolojiler başarısız olmuş ve insanlığa bir değer katmamışlardır. Atatürk'ün getirdiği muasır medeniyetler seviyesini ülkü edinme anlayışının yaşadığımız dünyada ne derece geçerli olduğu da her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Cumhuriyetin getirdiği yenilikçi ve laik eğitimin uygar toplumlara adapte olmamız da ki önemi bu yönüyle daha iyi görülmeli. Milletçe varlığımızın ve bağımsızlığımızın temel dayanağı eğitim seviyemizin gelişmesiyle orantılı olarak teknoloji ve bilimi ön yargısız ve koşulsuz kabul etmemizden geçiyor. İçe kapalı ve dünyadan izole olmuş şekilde tek dayanağını dünya gerçeklerinden uzak fikirlerde ve düşüncelerde aramak ne yazık ki coğrafyamızın kaderini kısaca orta doğudaki durumla özetlemiş oluyor.

0 yorum

Mezhepçi Anlayış ve Ortadoğunun Kaderi



İslam Dünyası aynen Hristiyanlık ve Yahudlikte olduğu gibi tek bir ümmetten çok, bir çok parçaya bölünmüş mezhepçi bir yapıda bulunmakta.Tarihsel süreçle birlikte artan fikir ve görüş ayrılıklarına siyasi bir takım ayrışmalarda eklenince bölünme kaçınılmaz olmuş.Tek ümmet fikri toplumsal yapının dinamikliğinin bir neticesi olarak parçalanmış durumda.Geçmişten günümüze gelen akımlar savaşlar,çatışmalar bu ayrışmayı daha çok körüklemiş ve İslam dünyası diğer dinlerde olduğu gibi çok parçalı bir yapıya dönüşmüş.Her mezhep ve tarikat diyebileceğimiz oluşumlar kendini ana merkezden somutlamış ve farklı çizgilerde yabancılaşmış bir akımı ortaya koymuşlar.İnsanlar arasında baş gösteren bu fikir zıtlaşmaları da günümüzde ortadoğu meselesiyle karşımıza çıkıyor.Ortadoğu denilince sadece Filistin meselesi anlaşılmamalı. Suriye ve Irakın da bulunduğu geniş jeopolitik bölgelerde buna dahil edilmeli. Osmanlı eğemenliğinden bu yana gelişen milliyetçi akımların sonucu ortaya çıkan Arap milliyetçiliği bu parçalanmanın ana sebebidir.Daha sonra bu yapı mezhepçi ayrışmalara evrilmiş durumda.Suriye ve Irakta meydana gelen siyasi ve askeri sıkıntıları tamamen mezhep odaklı bir sorun olarak görebiliriz.Özellikle İşidin ortaya koyduğu ana hedefler Sünni Arap Devleti kurma idealleriyle karşımıza çıkıyor.Tabi bunda Suriyede bulunan yapıyada göz atmakta fayda var.Esasında bu örgütün Suriye sınırları dahilinde varlık kazanıp ciddi bir ilerlemeye meyilli olması hiç şaşılacak bir durum değil.Her daim kaos ve kargaşadan beslenen ayrışmalar Suriye de vücud bulmuş şekliyle İşid adını alarak bir virüs gibi yayılmaya başladı. Irak ve içerisinde yer alan toplumun Sünni yapısını bir avantaja çevirerek yayılmasını hızlıca sürdürerek Musulun da içinde bulunduğu(Sünni nüfus yoğunluğu olan yerler) bölgelerde kontrolü ele geçirdi.İslam dünyasında ki bu ciddi ayrışmalardan fayda uman ve bunu da kan ve gözyaşı şeklinde toplumlara ödeten bu yapı kısa sürede otoritesi sağlamlaştırıp Irak ve Suriyede önemli bir güç haline büründü.Aslında Filistin de ki meseleye de bu gözle bakılmalı. İsrail zulmünün her şekilde hissedildiği günümüzde de Filistin de ki halk direnişi buna örnek gösterilebilir. İkiye ayrık bir şekilde tamamen fikir ayrışmaları sonucu siyasi otoriteyi tam olarak sağlayamamış bir Filistin var karşımızda. El Fetih ve Hamas arasındaki siyasi çekişme kutsal dava dedikleri ideallerinin önünde duran en büyük engel. Ne yazik ki bu oluşumlar ortak iradeyle birlikte siyasi kararları uzlaşı içerisinde ele alamıyorlar. Her ne kadar şiddet eğilimleriyle toplum desteğini sağlamış görünen Hamas ta Filistinde ki şiddetten en az İsrail kadar sorumludur.El Fetihin ılımlı bir çizgide uzlaşıdan yana koyduğu tavırlar dikkate alınmıyor ve gerçek bir barış sağlanamıyor.Gerçi El Fetihin burada ki yaptırım gücü tartışılabilir fakat en azından barışın sağlanabilmesi için birilerinin zeytin dalı uzatmasıda şart.Yine Suriye ye gelecek olursak orada ki yönetime karşı duyulan bitmek bilmeyen nefrette İslam dini içinde ki ayrışmaları körüklüyor. Esad yönetiminin kapitalizm karşıtı tutumda bulunması Batı dünyasının nefretinin bu ülkeye çevrilmesini sağlamıştı. Kapitalist büyük güçlerin Büyük Ortadoğu Projesiyle atmak istedikleri adımların çoğu ,kendilerine karşıt tutum sergileyen yönetimlerin ortadan kaldırılmasıydı. Arap Baharı denen iç isyanlar bu amaçla çıkarıldı ve yaygınlaştırıldı.Önce batı karşıtı Kaddafinin ipi çekildi. Sonra sıra Tunus ve Mısıra geldi.En sonda devrilmesi gereken ana hedef Esaddı. Bunların hepsinin belirli bir stratejide hazırlanan batı planları olduğu çok açıktır.Yapılmak istenen kendilerine ve İsraile daha yakın politika izleyen hükümetlerin bulunduğu devletler kurmak istemeleridir. İç isyanlardan br netice alamamaları sonucu sözde cihat söylevleriyle dünyadan toplayıp getirdikleri sözde mücahitlerle paravan bir örgüt var ettiler. Amerikan hapishanelerinde 5 sene yatırıp çıkardıkları Ebu Bekir El Bagdadi adındaki bir kanun kaçağınıda örgütün başına getirdiler. Bunların asıl amacı batıya ve İsraile hizmet edecek bir yönetim şekliyle ortadoğuyu Büyük Ortadoğu Projesinde belirlenen kıstaslar altında yeniden dizayn etmektir. Bunun asıl gerçekleşmesi ise mezhepsel uçurumların dahada büyütülmesiyle mümkün olabiliyor. Şiaların her geçen gün Sünni nüfustan daha fazla ayrıştırılmaya çalışılması bu amaca yönük bir girişimdir. Şiaların kutsal sayılan mekan ve ibadethanelerine yapılan sabotelerde yine bu planın bir parçasıdır. İşidi ve onun uzantılarını desteklemek bu yönüyle İslama aykırıdır. Tek vücut olmuş bir ümmet anlayışına vurulan en büyük darbedir. İsrailin yapmış olduğu soykırım ve zorbalıkları protesto eden grupların bu yönüyle İşid ve benzeri faaliyetlerde bulunan Sünni terör örgütlerine de aynı tepkiyi vermesi gerekiyor. Sadece yapılan protestolar Esad ve Malikiyi kapsayacak şekilde olmamalı çünkü bu protesto anlayışı tepki gösterdikleri batı ve İsrail dünyasının eline koz veren durumlara yol açıyor. Sadece mezhepçi bir düşünce yapısıyla ortaya konulan tepkiler artı değil aksine negatif yönde bir sonuç doğurmakta .Düşman diye atfettikleri İsrailin elini güçlendiren bir nitelik taşıyor. Özellikle Özgür-Der ve İHH gibi derneklerin düzenledikleri ve içerisinde siyasi İslam argümanı olan ifadeler Filistinin masumluğunu gölgeliyor. Bu  nedir tam manasıyla biliyormusunuz mezhepçi faşizmin (kafatasçılığının) İsrail zulmünün arkasına saklanma şeklidir. Bu tip siyasi mezhepçi ayrımcılıklar kimi kesimlerce körüklenmeye devam edildikçe hiç bir yerde kişisel kanaatime göre barış olmayacaktır. Zaten bu kesim aslında barıştan yana değil her akan kandan masumane,altta kalmış,mağdur edebiyatıyla siyasi rant elde etme çabalarının bir neticesidir. Bunlar yapılan zulüme karşı samimi bir tepkiden ziyade sadece içerilerinde bulunan taraf olma dürtülerini giderme meraklılarıdır. Bu tepkilerin samimi müslümanlarca İşidede kaymasını arzu ediyorum. Bu arada İşidide maalesefki yaptığı tüm zulüm ve zorbalıklara karşın mezhepçi damarları kabaranlar kolluyor. İş yine dediğim gibi İsrail meselesinde olduğu gibi mezhep odaklı bir algıyla yönlendiriliyor. İsraile tepki vermekle İşide tepkisiz kalmak mezhepçi dürtülerin bir sonucu olarak esasında aynı şeyler. Doğruluktan yana olmak ve hakkaniyet İsraile olduğu kadar İşid denen ve müslümanı müslümana kırdıran taşeron örgüte de tepki göstermeyi gerektiriyor.

0 yorum

Mitologya


Mitolojiyi bilmeyenimiz yoktur.Aslında kısaca eski Yunan ve Roma dönemlerinde anlatılan devler,canavarlar,kahramanlar ve tanrıların serüvenleri de diyebiliriz.O dönemin çok bilinen şairlerin kaleminden çıkan bu hikayelere en bilindik şekliyle Homeros ve Ovidiusta rastlayabiliriz.Ayrıca bir çok antik dönem yazarının katkılarıyla günümüze kadar ulaşan bu masalsı hikayeler o dönemin tiyatro ve sahnelerinde oynanırmış.Mitoloji bir inanç olmayıp şiirler bütünüyle sanatın bir dalıydı o dönemlerde.Şairlere rahiplerden daha çok itibar gösterilirdi. Şiir tadında anlatılan serüvenlerden oluşan mitoloji Yunan ve Roma döneminde güçlü bir kültüründe habercisiydi. Homerosun İlyadasından itibaren mitoloji aslında Tanrıların aşk,intikam,kibir ve güç adına giriştikleri ve bazen yarı-tanrı kahramanlarında boy gösterdiği ayrıca olaylara diğer doğa üstü karakterlerinde dahil olduğu efsanevi ve destansı bir havada yazılan masalsı hikayelerdir.Eski Yunanda tek bir tane değil bir çok Tanrı mevcuttu.Bu Tanrı kavramları Roma dönemine kadar bu şekliyle ulaşmış ve Romalılarca da isimleri Latinceye çevrilerek kabul edilmiştir. Esasında mitolojinin günümüzde de önemini korumasında çağdaşlaşan insanın doğadan tamamen kopmasını gösterebiliriz. Mitolojik unsurlarda genç erkeklerin yalın ayak kırlarda dolaşması veya genç kızların ceylanlarla birlikte bir çeşmeden su içmesi gibi doğayla içiçe geçmiş bir anlatım metoduna her öyküde rastlayabiliriz.Bu yönüyle de insanın özüne dönmesiyle eşanlamlı bir kelime olarak da tanımlayabiliriz mitolojiyi.Şimdi Mitologya isimli kitabımıza genel hatlarıyla geçecek olursak;

Mitoloji bir çok aktör barındırır ki bunlar içerisinde Tanrılardan tutunda korkunç canavarlara,perilere,devlere, doğaüstü karakterlere ve yarı Tanrı kahramanlara kadar bir çok öge yer alır. Bunların en önemlileri On iki büyük Tanrıdır.Doğayı oluşturan her öğenin bir Tanrısı vardı. Denizden tutun Irmağa, Irmaktan tutun Okyanusa kadar her şeyin bir Tanrısı mevcuttu.Ayrıca güzellik,savaş,ölüm,müzik ve aşk Tanrıları bulunmaktaydı. Zeus,Hera,Hermes,Afrodit,Artemis,Apollon,Dünyayı sırtında taşıyan Atlas ve Posedion bunların en önemlileridir.Romalılar ise bu Tanrıları latince şekliyle Jüpiter,Satürn,Mars,Uranüs,Merkür ve Venüs gibi isimlerle anmışlardı.Bunlardan başka şarap ve başak Tanrısı da oldukça önemli bir yer tutardı.Aşk Tanrısı Erosun attığı bir okla aşık ettiği insanları veya yarı at yarı insan bir Tanrı olan Pan'ın çaldığı kavalıyla yaptığı büyüleri hikayelerde sıkça görmemiz mümkün.Kitap genel olarak bir çok antik serüven ve maceranın anlatıldığı bir eserdir. Edith Hamilton bu masalsı hikayeleri derleyip toplayarak başarılı bir şekilde kısaltıp okuyucuya öyle sunmuş.Karadut ağacının meyvesinin neden kara olduğu,Ege adının nereden geldiği veya Boğaziçine neden Bosphorus dendiğini bu kitabı okuduğunuz da anlayacaksınız.Hepsinin mitolojik bir öyküsü var.Sümbül ve Nergis ağaçlarının var edilme sebepleri,Avrupaya adını veren Europanın öyküsü,uçan at Pegasusun serüvenleri ile birlikte Nuh Tufanına benzerliği ile dikkat çeken ve ilk insanın var edilmesiyle ilgili mitolojik hikayelerde bu eserde derlenenlerden sadece bir kaçı.İlk kadın olan Pandoranın hikayesiyle tek gözlü dev ve Odesseusun mücadelesi yine bu kitapta yer alan hikayelerden bazıları diyebiliriz.Troia Savaşlarından, Herakles,Odesseus ve Atalanta gibi kahramanlara kadar bir çok mitolojik hikaye anlatılıyor.Öyküler genelde aşk üzerine kurulu yazılmış.Zeusun yaptığı kaçamaklar ünlüdür.Karısı Heranın kıskançlıklarıda ayrı yer tutar.Yazılanlar genelde aşk üzerine kurgulanmış tragedyalar olmakla birlikte sonları genelde acı biter.Ölümsüz Tanrılarla, ölümlü insanlar arasında ki aşklar konuları oluşturur.Mitolojik ögeler hayal gücünün sınırsızlığıyla var edilen karakterlerden oluşur.Bunlar bazen karşımıza üç gövdeli bir sığır, bazen gövdesi ördek kafası insan şeklinde bir canavar, bazende on başlı yırtıcı bir köpek şeklinde çıkabilir.Yaratıcılıkta sınır tanımayan Homeros ve Ovidius ile birlikte o dönemde yaşamış şairler bir çok karakterle hikayeleri oldukça zenginleştirmişler. Edith Hamiltonun bu kitabı mitolojiye ilgi duyanların ihtiyaçlarını tüm yönleriyle karşılayacak bir eser olma özelliği taşıyor.İlgilenenler çevirisi oldukça yalın olan bu kitabı gönül rahatlığıyla okuyabilirler.

Yazar Hakkında;
Edith Hamilton (Ağustos 12, 1867 – Mayıs 31, 1963).En önemli eseri Mitolojiyi 1942 yılında yazmıştır.

0 yorum

Nefret Suçu ve Yıldız Tilbe



Yıldız Tilbe bence nefret suçuyla yargılanmalı ne olursa olsun kime edilirse edilsin etnik milliyet üzerinden edilen ırkçı ve faşist ifadeler cezasız kalmamalı.Bu tip nefret ve kindar sözler Türkiye'de de kimi zaman kimi yerlerde kelimelerle ustaca oynanarak azınlıkta kalan diğer etnik unsurlar için de kullanılıyor. Yine keza en basitinden örnek vermek gerekirse dünyada Afrikalı siyahilerde kimi zaman bu kapsamda muamele görüyor. Bu tip ifadeler toplumun bütününü yani herkesi ve özellikle mağdurlarla masumları da hedef alan çirkin sözler.Soykırım ve ölümleri kutsayan kaba ifadeler. Bir suçun günahını haksızca diğerine bulaştırma aymazlığıyla yani hatayı hata ile kapatma çılgınlığıyla söylenmiş yanlış sözler. Özellikle de çoluk-çocuk ,kadın-yaşlı herkes için ölümler iyi ve hak oldu diyerek canavarlaşan sözcükler kullanılması ileride de bu tip suçların toplumun bütününde özellikle de ülkemiz de azınlıklar üzerinde meşrulaşması anlamı taşır. Zaten nefret suçlarının var olmadığı ileri demokratik(!) yasalarımızdaki bu açık üzerinden beslenen kan emici siyasetçilerimiz çoktu birde bunların arasına sanatçılar katılmaya basladı. Siyasilerin çok kullandığı mezhepsel ayrıştırıcılıkta yine nefret söylemleriyle besleniyor.Bunun dünyada ki örnekleri gibi suç kapsamına alınması lazım. Ayrıca Siyonizm karşıtlığıyla bilinen ve İsrailin zulmünü lanetleyen Yahudilerde azımsanamayacak kadar çoktur.Şu da bilinmeli ki Hitler sadece Yahudileri değil mükemmel ırk için tehdit olarak gördüğü çingeneleri, zihinsel ve bedensel özürlülerle birlikte eşcinselleri de öldürttü.Hitler her ne kadar geçmişte her kesime soykırım yapmışsa aynısını bugün en sert ve kaba şekliyle İsrail yapıyor. Bunu kimse inkar edemez fakat bir soykırım sonucu haksızca ölen Filistinli masumlar üzerinden diğer ölen kadın-çocuk Yahudi masumlara kindarca kullanılan sözler insan vicdanına sığan şeyler değil. Birilerinin bugün yaptığı zalimlikleri tek suçu sadece kimlik taşımak olan ve diğer hiçbir şeyden haberi olmayıp bedelini geçmişte ölerek ödemiş olan masumlara yüklemek tek kelimeyle insafsızlıktır.

0 yorum

Joseph Fouche - Bir Politikacının Portresi



Biyografi yazarlığında Zweig'in üstüne tanımam.Gerek tarihi şahsiyetlerin gerekse tarihi olayların akışını bizlere gerçeküstü bir üslup ile anlatan yazar ayrıca psikolojik tahliller ile biyografinin bir adım ötesine geçiyor. Zweig'in şimdi anlatacağım kitabı da tarihe yön veren bir şahsiyeti her yönüyle analiz ediyor.Bu kişi Fransız devrimlerinde önemli mevkilerde bulunan ve Napolyon dönemine kadar kafasını giyotinden kurtarma meziyetini sergilemiş olan kurnaz siyasetçi Joseph Fouche'dir. Tarihi yönden çok fazla tanınmamakla birlikte Zweig'in biyografisine konu olacak kadar önemli bir kişiliktir.Şimdi kitabı inceleyecek olursak;


Fransız ihtilali ile insanlar monarşik düzenden kurtulmuş ve Cumhuriyet rejimiyle tanışmışlardır.Kahramanımız olan Joseph Fouche de tam böyle bir dönemde ortaya çıkmış bir siyasetçidir.Aslında geçmişte bir papaz olarak göreve başlayıp politik unsurlarla arasını iyi tutmuş.Devrime kadar olan dönemde papazlıktan bile feragat edip değişik görevlerle çoğu kişinin arasından sivrilmiş. Fouche aslında günümüzde de var olan kurnaz ,yanardöner siyaset güden ve bukalemun gibi her ortama uyum sağlayan bir politikacı profilini simgelemektedir. O günün şartlarında da hayatta kalmanın belki de en önemli tarafı yalan siyasetini iyi kıvırabilme yeteneğiydi. Fouche de o şartlarda tam bunu yaptı.Doğru zamanda ve doğru yerde konuşma ve davranış tarzının meziyetlerini kullanarak en başı sıkışık kaldığı durumlarda bile rakiplerinin kafasını giyotine göndermekte başarılı oldu. Her türlü sıkıntının ve problemsizliğin üstesinden bir şekilde aklandı. Parlemontoyu her daim etkiledi ve şekillendirdi. İhtilalin gerçekleşmesiyle birlikte birden papazlığını bile bir kenara bırakıp dine savaş açtı. Hangi kesim güçlüyse ondan yana tavır koydu.Her daim sabırlıydı ve taraf olmak için koşulları ve şartları iyi tartıyordu. Dengeyi iyi sağlıyor ve buna göre kararlarını şekillendiriyordu.En küçük bir hatada kafayı giyotine kaptırabilirdi.Keza siyaseten güçlü olan rakipleri bile ölüm cezalarına çarptırılıyor fakat ihtilalin en önemli kan içicilerinden birisi olan kendisi paçayı her seferinde sıyırıyordu. Bir çok kişinin öldürülmesine ön ayak oldu. Buna rağmen kurnazlığıyla kendisini bir kahraman olarak takdim etti.Dönemler değiştiğinde ise siyasi iklimin konjonktürüne göre değişime uğruyordu.Fikirlerini ve ideallerini şartlara göre ayarlıyor ve hiç yanılmıyordu. Devrim sonrası Napolyonun imparator olmasıyla birlikte görevi de değişmemiştir.Napolyonun aranan sağ kolu olmayı başardı.Her daim Napolyonun arkasını oymak isteyen bir siyaset güttü. İçişleri Bakanlığı gibi görevlerde bulundu. Sonrasında ise polis ve asayişten sorumlu oldu. Napolyonun duyduğu güvenle bir çok göreve getirildi. Napolyonun sefere çıkmasıyla birlikte geçici olarak Başbakanlık koltuğuna bile çıkmıştır nam-ı diğer kurnaz siyasetçimiz Joseph Fouche. Daha sonra yaptığı entrikalar yüzünden sürgüne gönderildi.Sürgünde bile rahat ve huzurlu yaşadı.Ölümüyle birlikte yanında götürdüğü bir çok gizli belgeyi yakmıştır.Buna rağmen Fouche günümüzde de var olan siyasetçi portresini en iyi şekilde yansıtmaktadır.Bir siyasetçi nasıl olmalı diye merak ediyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Yazar Hakkında;



Stefan Zweig, (d. 28 Kasım 1881ViyanaAvusturya-Macaristan - ö. 22 Şubat 1942PetrópolisRio de JaneiroBrezilyaAvusturyalı romancıoyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı.Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı.Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. 
(Alıntı;Wikipedia)

0 yorum

Macellan


Biyografi konusunda kimsenin eline su dökemeyeceğine inandığım Stefan Zweig tarafından yazılan bu kitap,tarihe önemli bir yön veren ve keşifleriyle birlikte dünyanın çevresini ilk kez dolaşan Macellanı anlatıyor.Araştırmacı kişiliğiyle de bilinen Zweig eski bilgiler ışığında çıkardığı hayat hikayesini roman tadında bir yazıyla okuyucularla buluşturuyor.Bir çok tarihi şahsiyetin hayat hikayelerini yazan yazar aynı başarıda ki bu kitabında Macellanı konu alıyor.Tarihi figürleri ve olayları aynı canlılıkta okuyucuya hissettiren yazar bizleri de o devirlere götürüyor.Hikayede ki karakterlerin psikolojilerini de gerçekçilikle kurgulayan Zweig sanki o anlara şahitlik etmiş bir tarzda yazısını kaleme almış.Kitap özetine gelecek olursak;

Portekizli denizci Macellanı bilmeyenimiz yoktur.Dünyanın çevresini dolaşarak dünyanın yuvarlak olduğunu tespit etmekle kalmamış aynı zamanda Pasifik(sessizlik) okyanusuna adını vererek ilk geçen olmuştur. Macellanın hayatı ve yolculukları tehlikelerle geçmiştir.İspanyol donanmasıyla bir çok sefere çıkıp savaşlara katılan Macellan ayrıca o dönemde kilosu altından pahalı olan karabiberin getirildiği uzakdoğu seferlerine de katılırdı.Bir çok kez bu uzun seferlere iştirak eden Macellan Hindistana giden baharat yollarını avucunun içi gibi bilmektedir.Usta bir denizci olan Macellan uzun seneler Portekiz Kralının hizmetinde bulundu.Savaşta yaralandıktan sonra gözden düştü ve istediği yaşam koşulları Kral tarafından sağlanmadı.Bunun üzerine yeni bir plan yaparak çok daha kısa bir rotadan Hindistana ulaşabileceğini dile getirdi.Aradığı desteği Kral sağlamadı.Ümit burnu üzerinden Afrika çevresinde dolanarak Hindistana ulaşmak uzun ve meşakkatli bir işti.Batıya gittikçe daha kısa bir yol bulabileceği düşüncesini İspanyol Kralına inandırdı.Kralın desteğini alan Macellan bir çok parça gemiyle hazırlıklara başlamış ve kısa sürede denize açılmıştır.Denizlerde hüküm süren rekabet Portekiz ve İspanyayı karşı karşıya getirmişti. Denizcilik alanında geri kalan İspanya baharat yolunda Portekizden hak talebinde bulunuyordu.Portekiz bu çok değerli seferlerde İspanyaya izin vermiyordu.Antlaşmazlığın çözümünü Vatikan sağlamış ve batıyı İspanyollara ,doğuya açılan zengin baharat yollarını ise Portekize bırakmıştı.Bu sebepten dolayı İspanya baharat adalarına batıdan gidilebilecek yollar üzerine çözüm arıyordu. Macellanın teklifinin kabul görmesinde ki en büyük sebep baharat adalarından pay alma yarışıdır.Batıya ilerleyen Macellan Atlantik okyanusunu geçip kısa sürede Brezilyaya ulaşmıştı.Burada demirleyen gemi mürettebatların ihtiyaçlarını gidermiş ve baharat adalarına açılabilecek yollar üzerine planlar yapılmıştır.Güneye inmeye devam eden filolar patagonyaya ulaştı.Burada ki yerlilerin ayaklarının büyük olması sebebiyle buraya büyük ayaklılar manasında ''patagonya'' adı verildi.Bir çok nehire grilmiş fakat kanal olmadığı anlaşılmıştır.Umutlarda geçen aylarla birlikte tükenmiş ve mürettebatın Macellana isyan girişimleri gelişmiştir.Bu girişim sonucu bir gemi İspanyaya geri dönmüş filo ise Macellanın emriyle devam kararı vermiştir. Macellanın kendi adıyla anılacak olan kanala girilmiş ve bu kanal yoluyla pasifik okyanusuna açılmışlardır.Aylar süren yolculuk esnasında dalgasız ve çarşaf gibi bir deniz olması sebebiyle bu okyanusa sessizlik adını verdiler.Bu yolculuk esnasında mürettebatın üçte ikisi öldü.Geri kalanlar ise ölmek üzereyken Filipin adalarına ulaştılar.Burada hristiyanlığı ve İspanya otoritesini sağlamak isteyen Macellan ,Filipin Kralını  kendine tabi kıldı.Fakat adalarda çıkan basit bir isyan girişimini üzerine giydiği demir zırhların içinde gözdağı vermek için bizzat kendi bastırmak isterken yarı çıplak yerliler tarafından mızraklarla öldürülmüştür.Öldürüldüğü görülen ve yarı tanrısallaştırılmış bir varlık olmadığı anlaşılan Macellanın mürettebatları adalardan kovulmuştur. Buna rağmen baharat adalarına ulaşan gemi çok kıymetli baharatları yükleyerek İspanyaya dönmeyi başarmıştır.İspanya Kralı tarafından ödüllendirilen mürettebata madalyalar verilmiş fakat Macellan unutularak kazanılan bu başarıda o dönemlerde adı bile geçmemiştir.Gerçek değerinin anlaşılması için ise yüzyıllar geçmesi gerekmiş.Kısacası geçmişe yolculuk yapmak isteyenleri zaman makinesi olmadan yolculuğuna çıkaran bu kitabı tavsiye ederim.

Yazar Hakkında;
Stefan Zweig, (d. 28 Kasım 1881ViyanaAvusturya-Macaristan - ö. 22 Şubat 1942PetrópolisRio de JaneiroBrezilyaAvusturyalı romancıoyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı.Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı.Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. 
(Alıntı;Wikipedia)

0 yorum

Akıl Çağı


Aydınlanma Çağının önemli yazarlarından olmakla birlikte aynı zamanda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine imza atan Thomas Paine tarafından yazılan bu kitap döneminin en önemli eserlerinden kabul edilmektedir.Dinsel doğmalar üzerine genel eleştiriler sunan yazar dini inançların sorgulanabilir somut çıkarımlar olduğunu savunur.Kendi düşüncelerinin çizdiği yolda döneminin kabul görmüş inanç ekollerini acımasızca eleştiren Paine ayrıca inanan insanların psikolojik durumları üzerine de düşünür.Paine ayrıca bu özelliğiyle de önemli düşünürlerden kabul edilmektedir. Yahudi ve Hristiyan gelenek ve dini meseleleri üzerine ağır eleştiriler getirerek bu doğmaları çürütme yoluna gider.Kutsal kitapların bazı bölüm ve ayetlerinden çelişkili gördüklerini çekinmeden açıklar.Tarihin her aşamasında bu yazıtların sürekli insanlar eliyle sistematik olarak değiştirilip eklemelere maruz kalarak günümüze kadar ulaştığını belirtir.Dinlerin ve buna bağlı mitlerin aslında tamamen insan ürünü inanç sistemleri olduğunun altını çizer.Kitap özetine geçecek olursak;

Kısaca Aydınlanma Çağına değinecek olursak dini otoritelerin zayıfladığı,kiliselerin güç kaybettiği,inançsal bazı menfaatlerin son bulduğu bir çağ olmakla birlikte ayrıca akıl ve bilimin topluma hakim kılındığı bir dönemdir. Thomas Paine hem aydın kişiliğiyle hemde entelektüel meziyetleriyle yaşadığı çağa damga vurmuş bir şahsiyettir. Yazar kimliğiyle birlikte ayrıca Amerikan siyasi tarihininde önemli aktörlerinden birisidir.Kitabın en önemli özelliği Aydınlanma Çağının başlangıç eserlerinden biri olmasıdır. Yaşadığı dönemin dinamikleri göz önünde bulundurulduğunda kitabında herkes tarafından tepkiyle karşılanacak bir konuya değinmesi ifade özgürlüğü yönüyle önemlidir.Yazar önce Hristiyanlık eleştirisiyle başlar. İncilden bazı bölüm ve ayetler ışığında sert eleştiriler yapar.İlk kitabı olumlu tepkiler alınca ikinci bölüme eklediği kitabında bu sefer Yahudilik üzerine eleştiriler geliştiriyor. Tevrat üzerine söylediği şu sözler önemlidir; ''Eski Ahit'in müstehcen hikayelerle,şeheveliklerle,gaddarlıklarla,intikamcılıklarla dolu sayfaları okuduğumuzda,bu kitabın Tanrı sözleri olmaktan çok,şeytan sözleri olduğunu söylemenin daha uygun olduğunu anlarız.''demiştir.Thomas Paine kendi tabiriyle eli baltalı bir ormancının ormana dalması gibi Tevrata dalıyor ve biçilmedik, çürütülmedik hiç bir ayet bırakmıyor.Dini, eleştirel bir bakış açısıyla ele alan ilk kitap olması ifade özgürlüğününde gelişimine katkı sağlamıştır.Dini tabuların yıkılması her konuda düşüncenin önünde ki sınırları kaldırmış ve toplumların özgür bireyler yetiştirmesini kolaylaştırmıştır.Bu yönüyle okunması gereken önemli bir eserdir.

Yazar Hakkında;
Thomas Paine (d. 1737 - ö. 1809), ABD'li siyasi aktivist, yazar, siyaset kuramcısı ve devrimci. Düşünceleriyle Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı ve Fransız Devrimi'ni etkilemiştir.1794 de "Akıl Çağı"nı yazar.Bu kitapta Tanrı'ya inandığını, ama yürürlükteki dinsel uygulamalara karşı olduğunu belirttiği için dinsizlikle suçlanır.Kutsal diye biline gelen kitapların Tanrı yapısı değil, insan yapısı şeyler olduğunu söylemiştir.Ayrıca ''Bu kitapları Tanrı kitapları olarak benimsemeyi Yaradan’a karşı saygısızlık sayarım.”demiştir.
(Alıntı;Wikipedia)

0 yorum

Tamirci



1910'lu yılların Çarlık Rusyasın da geçen bu roman Avrupa da baş gösteren antisemitizmin etkilerinin ne denli korkunç olduğunun bir ispatı niteliğinde. Yahudi yazar Bernard Malamud'a Pulitzer ödülü kazandıran bu romanın ana konusu ırkçılığın masum insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini iyi kurgulamasıdır. 19 yy. başlarında dünyanın her yerinde olduğu gibi Rusya'dada Yahudilerin baskı ve ön yargılı bakış açılarıyla yadırganıp ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünü, ayrıca bununla da kalmayıp her türlü zulmü ve aşağılanmaya da maruz kaldığı anlatılıyor. Ön yargılı bir bakışla insanları yargılamanın büyük bir insanlık suçu olduğu vurgusu yapılıyor.Rusya da ki Yahudi nefreti üzerine yoğunlaşan kitap sadece inanç ve milliyet üzerinden kin ve hoşgörüsüzlüğün olağan şekilde devam ettiğinin altını çiziyor.Yazarın Yahudi olması belki size biraz duygusal davrandığı yönünde şüpheler uyandırabilir fakat kitap ana hatlarıyla bilinen genel bir problemi ele aldığından bu görüşte bir nevi çürümüş oluyor.Konuların anlatımının oldukça akıcı olduğu bu kitap okuyucuyu kesinlikle gereksiz ayrıntılarla uğraştırmayıp sıkmıyor.Kitap incelemesine gelecek olursak;



Roman Rusya kırsalında işsizlik sebebiyle sefalet çeken bir Yahudi'nin iş arama sebebiyle yollara düşmesiyle başlıyor.Açlık ve fakirlikten kırılan insanlar Batı Rusya ya iş bulma ümidiyle uzun yolculuklar yaparlar.Bu yolculuklar o senelerde sadece at sırtında geçirilen uzun ve meşakkatli bir uğraştır.Kahramanımızda haliyle atını alıp yollara düşer.Fakat hiç ummadığı bir şekilde yolda karşılaştığı her bireyden Yahudi karşıtı çok kötü ifadeler işitir.Çoğunun tefecilik yapıp halkı soyduğunu geri kalanında sadece kendini düşünüp hayatlarını düzenbazlık yaparak kazandığı gibi anlatımlara maruz kalır.Kimliği saklar bir vaziyette ve anlatılanlara kulak kapayarak St.Petersburg'a ulaşır.Romanda antisemitik unsurlar en üst düzeyde okuyucuya hissettiriliyor.Hakaretten aşağılamaya kadar her türlü ifadeyi ağzına alan karakterleri sıkça görmek mümkün bu kitapta.Dini ve kültürel açıdan küçümsenen Yahudiler; katil (İsanın katilleri) ve büyücü gibi ifadelerle hafife alınıyor.O dönem Rusyası Yahudilerinin, ikinci dünya savaşı Almanyasın da ki Yahudilerden zulüm görme yönünden çok da bir farkı olmadığı anlaşılıyor.Demek ki tarihin her döneminde bu alaycı ve kindar bakış açısı hiç değişmemiş.Kahramanımız St.Petersburg'da kimliğini saklayarak bir fabrikada iş başı yapar.Fakat işler umduğu gibi gitmez.Çok geçmeden fabrika yakınlarında bir çocuk katledilir.Hemen çevrede katledenlerin kan içme ayini yapan Yahudiler olduğu söylentisi yayılmaya başlamıştır bile.Yapılan soruşturmada Yahudi kimliği açığa çıkan kahramanımıza hemen suç yükleniverilir. Artık işlemediği bir suçtan sanık sandalyesinde oturacak ve suçlamaların muhatabı haline gelecektir.Yargısız infaza tabi tutulur ve çok geçmeden de hapishanenin yolunu tutar.Orada soğuk duvarlar arasında seneler geçirir, fakat bir türlü mahkemeye çıkarılmaz.Sanki birileri sırf Yahudi olduğu için onu cezalandırma yarışına girmiştir.Savcılar haksızlığı ortaya çıkaracak delilleri görmezden gelip çifte standardın en katısını uygularlar.Sanki toplum vicdanın rahatlatmak için bir Yahudinin ceza çekip her türlü eziyete maruz bırakılması gerekiyormuş gibi bir tutum takınırlar.Kitap finaline gelecek olursak kahramanımız en sonunda o kadar olup biten şeyden sonra neyse ki mahkemeye çıkarılır.Mahkemenin ne şekilde karar verdiği yazar tarafından belirtilmeden kitap bitirilmiş.Kitap finalini kanımca yazar saklı tutarak okuyucuların bütün hikayeyi okuduktan sonra kendi vicdanlarının sesini dinleyip uygun bir karar vermelerini istemiş olabilir.Ben açıkcası vicdanen kahramanımızı ilk celsede düşünce gücümle serbest bıraktım.Her birey kendi konumuna göre bir son yazabilir.Tabi çok aşırı bir Yahudi düşmanı değilseniz benim gibi düşüneceğinize inanıyorum. Pulitzer ödüllü bu eser antisemitizmin etkilerini gözler önüne sermekle birlikte daha önce incelediğimiz ''Bunlar da mı İnsan''(bkz) kitabı ile paralel yönde çıkarımlar yaparak Yahudi karşıtlığını şiddetle lanetliyor.


Yazar Hakkında;
Bernard Malamud (26 Nisan 1914-18 Mart 1986) Amerikalı roman ve kısa öykü yazarı.20 .yüzyılın bilinen Amerikalı Yahudi yazarlarının en başlarında gelmektedir.1966 yılında Çarlık Rusyası döneminde ki antisemitizm konulu Tamirci isimli romanıyla Ulusal Kitap Ödülü ve Pulitzer ödülüne layık görülmüştür.

0 yorum

Bunlar da mı İnsan



İkinci Dünya Savaşının getirdiği yıkımdan en çok Yahudiler etkilenmiştir.Savaşla birlikte hortlayan faşizm ve ırkçılık Avrupa halklarını vahşi bir soykırımdan geçirmişti. Hitlerin içinde beslediği Yahudi düşmanlığı ayrıca antisemitizmi de Avrupa'ya hakim kılmıştı. Naziler sorgusuz sualsiz işgal ettikleri bölgelerde yaşayan Yahudi,çingene,bedensel engelli ve eşcinselleri toplayarak toplama kamplarına sevk ediyorlardı. Kitlesel bir yok etme düsturuyla hareket eden Naziler halkları faşistçe bir kırımdan geçirdi. Yazarın ''Bunlarda mı insan'' isimli kitabı bir biyografi eseridir. Primo Levi savaş sırasında İtalya da yaşayan bir Yahudidir.Nazi birliklerinin İtalya ya girmesiyle birlikte sırf Yahudi olduğu için tutuklanarak Almanya da ki Auschwitz toplama kampına götürülür.Bu kamplarda geçirdiği zorlu ve bir o kadar acımasız günleri anlattığı eseri gerçek bir hayat hikayesidir.Kitap özetine geçecek olursak;


Nazi birlikleri tüm şiddeti ve gaddarlığı ile Avrupa'nın altına üstüne getirirken başta Yahudiler olmak üzere bir çok millet kendini savunma pozisyonuna geçirmişti.İşgal son sürat devam ediyor ve taş üstünde taş bırakmıyordu.Faşist ordular kimsenin gözünün yaşına bakmadan büyükten küçüğe herkesi katlederek yoluna devam ediyordu.Savaş acımasızlığını her haliyle Avrupa da hissettiriyordu.Haliyle de Yahudiler diken üzerinde yaşamlarını sürdürme gayretindeydiler.Bunlardan biriside yazarımız olan Primo Levidir.Kendisi İtalya da yaşayan İtalyan asıllı bir Yahudidir. Nazi yayılması başladığında Yahudi gruplarla küçük çaplı bir milis hareketine girişirler.Hem yaşam alanları hemde öz benliklerini korumak için nefsi müdafaa durumu da diyebiliriz bu milis harekatına.Fakat İtalya da ki gelişmeler istedikleri gibi olmamaktadır.Naziler  tarafından kısa sürede yakalanırlar ve İtalyanın diğer bölgelerinde bulunan diğer Yahudi nüfus ile birlikte zorlu bir trenle yolculuğuyla Almanya ya doğru yola çıkarılırlar.İşte hikaye bundan sonra başlıyor. Auschwitz toplama kamplarına topluca alınırlar kadın,çocuk yaşlı demeden.Önce her bireyin saçları usturalanır.Sonra topluca bir odaya tıkılırlar.Güçsüz ve yaşlılar gaz odalarında vahşice katledilir.Gençler ile birlikte eli kürek tutanlar çalışmaya gönderilir.Çalışma esnasında yaralanıp kuvvetsiz kalanlarda gaz odaları listelerine dahil edilirler.Nazi SS subaylarının bin bir türlü kötü muamelelerinden geçirilirler.Kimisi bulaşıcı hastalıktan kimisi kötü hava şartlarının getirdiği koşullardan telef olur.Kimide kaçma girişimi sonucu yakalanıp kurşuna dizilir.Açlığın çok sıradan bir şey olduğu bu kamplarda kimsenin en küçük göz yaşına bakılmaz.Toplu bir ıslah etme politikası güden faşist ordu burada Yahudilerle birlikte, Nazi yönetimine muhalif olan Almanları da bulundurur. Ayrıca politikacılar,orduya ihanet eden subaylar vs.. gibi diğer gruplardan insanlarda yer alır.Fakat bunların içinde en kötü durumda olanlar Yahudilerdir. Antisemitizmin getirdiği kin,öfke ve nefret burada tavan yaparak hiç kimseye tolerans tanımadan zalimliğini bütün Yahudiler üzerinde hissettirmiştir.1945 yıllarının sonlarına doğru Nazi geri çekilmesi başladığında Almanlarda bu kamplardan çekilmeye başlamışlar fakat arkalarında on binlerce ölü bırakmışlardır.Şans eseri yazarımız bu vahşetten sağ kurtulmayı başaran bir kaç yüz kişiden biridir.Daha sonra hikayesini kitaplaştırmaya karar vererek bu eseri kaleme almış.Sebep olarak ta savaş esnasında bu kampların Alman halkı da dahil olmak üzere kimse tarafından bilinmiyor olmasını göstermiştir.Kitabın kısa özeti insanlığın kurtuluşunun ve barışın anahtarının yine insanların zihinleri,bedenleri ve ideallerinde olduğunun altını kuvvetle çizmesi olmuştur.

Yazar Hakkında;
Primo Levi, Yahudi asıllı İtalyan kimyager ve yazar.
Primo Levi, 31 Temmuz 1919 yılında laik ve liberal bir ailenin çocuğu olarak Torino'da dünyaya geldi. Torino Üniversitesi'nde kimya eğitimi gördü. 1943'te anti-faşist bir partizan gruba katıldı. Henüz 24 yaşındayken (1944) Kuzey İtalya'da faşist rejime karşı direnişe geçmesi yüzünden arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı ve bir milyondan fazla insanın katledildiği, Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük zorunlu çalışma ve imha kampı olarak bilinen Auschwitz toplama kampı'na gönderildi.Savaş sonrası eve geri döndü.1947 yılında ilk kitabı olan Bunlar Da Mı İnsan'ı yazmaya başladı.11 Nisan 1987'de altmış sekiz yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar etti.
(Alıntı;Wikipedia)

0 yorum

Germinal


Maden mesleğinin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmeyenimiz yoktur.Dünyanın neresinde olursa olsun bu iş kolu tehlike ve ölüm sıralamasında başı çekiyor.Özellikle 19 yy. başlarında Fransada ki maden ocaklarının içler acısı hali dünyanın diğer ülkelerinde ki ocaklardan farksızdı. Fransız yazar Emile Zola sosyolojik etmenlerle birlikte kişi davranışlarını da analiz ettiği bu eseriyle bize tüm açıklığıyla bu mesleğin ne derece zor koşullar altında yapıldığını,açlığın can güvenliğinin önüne geçtiği bir çağ da sefil insan manzaraları sunuyor.Özellikle sanayi devriminin yeni oluşmaya başladığı dünyada maden sektörü de üretim çılgınlığıyla vahşi bir yarış sürdürüyordu.Bu yarış hızını öyle alamıyordu ki işçi ölümleri sıradan bir hal almıştı. Zolanın o dönemde eleştirel bir bakış açısıyla yerden yere vurduğu bu sistem daha sonra evrilip kapitalizm adıyla bütün dünyada insan kıyımlarına yol açacaktır.Esasında kitap sosyalist etkilerin öne çıktığı bir Fransa hayali kuruyor.Bu etkilerin bir kıvılcım gibi bütün dünyayı saracağı tezi gerçekleşmedi belki ama Zola fikirleriyle ve çizdiği insan portrelerinin gerçekliğiyle halen dünya edebiyatının seçkin yazarlarından biri konumunda.Kitap özetini ele alacak olursak;

Kitabın hikayesi esasında 19.yy başlarında Fransada ki maden ocaklarının bulunduğu bölgede geçiyor.Madene inen insanlar, onların sosyal hayattaki yaşamları genel olarak anlatılan konular arasında.Madende çalışan insan manzaralarını gerçekçilikle sunan kitap öncelikle madenin zorluklarını hikayesel bir anlatımla süslemiş.Madene inen çocuklar,ihtiyarlar ve genç kızlar ön planda yer almakla birlikte çocuk yaşta yaşanan aşklarda dönemin Fransasında ki çalkantılı yaşantı hakkında bilgi veriyor. Madene Avrupa'nın her ülkesinden madenciler gelmekte kimi çalışmakta kimi ise işi beğenmeyip konar göçer bir şekilde yolculuğuna başka yerlerde devam etmektedir.Bunlardan birisi olan kahramanımızda madene gelip işe başlıyor.Fakat diğer madencilerden farkı daha özgün düşünmesi,fikirlerini iyi ifade edebilip üslubuyla ön plana çıkabilmesidir.Tabi bunda tahsil durumununda çok büyük önemi var.Madendeki haksızlıkları ve emekçilerin sömürülmesine daha fazla seyirci kalamayan kahramanımız işçileri örgütleme işine koyuluyor. Fakirlik ile birlikte sefalet madenci ailelerin neredeyse kaderi haline gelmiş.Kokuşmuş düzenin tüm vahşetiyle üzerlerine çöktüğü aileler ise düşünme yetilerini neredeyse kaybetmişler.Madenci aileler ilk başlarda örgütlenme işine sıcak bakmazlar.Böyle bir örgütlenmenin zaten açlıkla birlikte baş gösteren içler acısı hallerini ölümle sonlandıracağını düşünürler.Kuşaktan kuşağa bu  işi yapan madencilerde aynı fikirdedir.Örgütleme işi kahramanız için hiç kolay olmaz. Sendika Birliklerine yazılar yazarak sistemin nasıl bir kıyımla insanların haklarını gasp ettiğini bunun içinde bir toplantı yapılmasının şart olduğunu belirtir.Bu gibi süreçler tüm hızıyla devam ederken yazarımız bu sefer bize maden sahiplerinden kesitler sunmaya başlar.Evlerinde yaz kış rahat ve huzur içindeki zenginlikleriyle yaşayan ailelerin yaşam koşulları ve burunlarından kıl aldırmayan kompleksli yapıları anlatılır.Maden sahiplerinin evlerine gelip dilenen madencilere yeterince özen göstermediği gibi eleştirel ifadelerde yer alır.Sistemin böyle devam edemeyeceği belirtilir.Kahramanımızda toplantılara devam eder fakat karşısında muhalif bulmakta da gecikmez.Sert tepkilerle karşılaşır ve grev ile benzeri hareketlerin yine emekçilere zararı dokunacağı görüşünü belirtirler. Bu yaşamın kaderleri olduğunu söyleyen kadercilerde çıkar içlerinden.Yinede kahramanımız amaçlarını gerçekleştiremezlerse devrimin belirleyici olacağına inanır.Bu sırada madende kazalarda meydana geliyor ve ölümlerde peşi sıra devam ediyordur.Fakat tamamen çaresiz olan halkta ertesi gün bütün ölümleri unutuyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi madene inmeye devam ediyordur.Bu durum neredeyse asırlardır yaşanan basit bir hal almıştır.Çaresizlik ve fakirlik ailelerin kanını emmek için maden sahiplerine iyi bir şans tanıyordur.Sefillik ve açlıktan bir deri bir kemik kalıp ölmeyi bekleyen maden emekçilerinin de yaşamları uzun uzun anlatılır.Tabi ki kitapta araya serpiştirilmiş aşk hikayelerinden de küçük kesitler sunuluyor.O dönemde ki sosyal yaşamın tüm detayları üşenip usanılmadan yazılmış.Halkın açlıkla mücadelesi artık öyle bir hal almıştır ki aileler toplantılara katılmaya başlarlar.İçlerinden çoğu kahramanımız ön ayak olduğu harekete katılma kararı alırlar.Önce küçük grevler başlar fakat oligarşik düzen buna pek fazla imkan tanımaz.Ardından kitlesel katılımlar artar ve haliyle grevlerde daha geniş alanlara yayılır.Fakat maden sahipleri işçileri birer birer işten çıkarır ve komşu ocaklardan çalıştırılmak üzere adamlar getirtir.Grevlerden bir sonuç alamayan işçi örgütlenmeleri son çare olarak ocağı söndürmeye karar verirler.Ocağın sönmesi demek madenin kapanması eş anlamına gelmektedir.Halk geniş kitlelerle ocağa yürüyüşe geçer.Kalabalık halk ocağı söndürüp tahrip eder bu esnada askerler ateşle madencilere karşılık verirler.Tam bir karmaşayla birlikte ölümler olur fakat neticede madencilerin bu durumdan hiç bir kazanımı olmaz.Maden meselesi bir anda ülke gündemine oturur.Ayaklanma bastırılır ve maden kapatılır.En ilginci de belki fazla gaza getirilen halk bu olan bitenlerin sorumluluğunu kahramanımıza yükleyerek onu aralarından kovarlar.Bir zamanlar alkışlarla ve tezahüratlarla destek verdikleri adama en ağır hakaretleri sarf ederler.Belki iyi niyetli davranmakla birlikte sosyalist yasaları emekçilerin menfaati uğruna bir sistem dahilinde oturtmaya çalışan ve bu uğur da her türlü fedakarlığı yapan kahramanımızda eli boş dönmüş olur.Devrim başka bahara kalır ve Demir Ökçe(bkz) romanında olduğu gibi yine oligarşik düzen kazanmıştır.

Yazar Hakkında;

Émile François Zola (2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902), Fransa'da natüralizm akımının öncüsü olan ünlü bir yazardır. Zola'nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, baskılardan dolayı Fransa'yı terkedip bir süre Londra'da yaşamak zorunda kaldı. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası'nın yeniden görülüp adaletin yerini bulması sonucu yurduna döndü. Émile Zola, 1902 sonbaharında,kaldığı otelin yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü. “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en tanınmış romanlarıdır.Tüm romanlarında,doğal ve gerçekçi bir tarzla,hayatın zorluklarından bahsedilir.Örneğin Nana adlı romanda yokluktan dolayı batağa sürüklenen bir genç kızın dramı,büyük bir gerçekçilik ve dramla anlatılır.

(Alıntı;Wikipedia)