İnanç noktasından ele aldığımız her konunun anahtarı aslında insan vicdanında yatmaktadır. İnançsal düşünceleri bir kalıba sokamaz tek bir doğruyu dayatamazsınız. Kişi neye nasıl inanmak istiyorsa o şekilde sorgusuz ve hatta sualsiz bir şekilde saygı göstermeli,inanma hürriyetinin önünde dikilmemeliyiz. Toplumumuz tarihten günümüze aynı inanç fakat farklı yorumekseninde evrilmiştir. Alevilik ve cemevi tartışmaları oldukça uzun bir süredir gündemi meşgul ediyor. Camilerde olduğu gibi cemevleri de ibadet amaçlı kullanılan mekanlardır. Kişi inançlarının tenazur ettiği yerlerdir. Toplumsal ihtiyaçları karşılayacak inanç özgürlüğü her kesime gereklidir hatta hem su hemde ekmek gibi. Böyle olduğu bilindiği halde inanç özgürlüğünü gereksiz sebeplerle genişletmeyip belli bir kalıpta benimsetme girişleri sonuçsuz kalacaktır. Daha düne kadar başörtüsü için istenen talepler güç ve erk ele geçince diğer azınlıklardan esirgenmeye başlandı. Geçmiş donemde askeri vesayetin başörtüsü dinde gerekli değildir açıklaması ne derece itibar görmüyorsa su anda da cemevi ibadethane değildir demek ayni derecede itibar görmüyor.
Tek kutuplu ele alinan bir mesele çözüme kavuşamaz. Toplumsal eşitlik sadece eşit haklarla mümkün olabilmektedir. Özgürlükçü bir dirayetle hareket etmesi gerekenler oy potansiyeline göre belirli bir sistem sağlamaya çalışıyorlar. Maalesef ki bu tutum şiddeti topluma dayatıyor. Şiddetin her türlüsünü bu politika besliyor. Yapılması gereken siyasi çıkarlardan arınıp olaya sadece vicdani bir gözle bakmaktan geçiyor. Toplumun her kesiminin sağduyulu olması gerek. Geçmişte mağdur olduğunu söyleyenler maalesef ki günümüzde mağduriyetleri artırıyorlar. Toplumun bir kesiminin belirlediği inanç özgürlüğüne devlet dahil hiç kimsenin karşı durmaması gerekir. Devletin yapması gereken sey sadece çatı görevi görmektir. Kişilerin inançları üzerinden halka ayar vermeye son vermelidir. Yok böyle değildir de şöyledir gibisinden bir ibare asimile etme dönüştürme çabalarının bir sonucudur. Önceden kimi insanlara zorla dayatılmak istenen bir dil bugün ki haliyle benzer koşullarda Alevilere Sünni İslam olarak kabul ettirilmeye çalışılıyor. Çoğunluğun desteğiyle azınlıklar etki altına alınıp belirli dayatmalara maruz kalabiliyorlar. Çözümsüzlük esaslı bir politika uygulanmakta.
Batı Avrupa ülkelerinde mezhepsel mozaiğin korunması için inanç hürriyeti sınırsız bir şekilde bireylere tanınmaktadır. özgürlük alanı en geniş açıdan çalışma koşullarını da içine alacak şekilde bireye inancı doğrultusun da izin hakki verecek derecede olanaklar sağlıyor. Devlet tam manasıyla orada sadece çatı görevi görüyor. Kişinin nereye,neye ve ne zaman, ne şekilde inanacağına devlet karışmıyor görüş belirtmiyor. Demokrasinin evrensel değerlere dönüştüğü 20yy. tüm insanlara aynı eşitçilik fırsatı sunuyor. Irk,dil,din,mezhep ve kültürel farklılıklar gibi ayrıştırıcı öğeler sadece zenginlik ve çeşitlilik gibi pozitif yönleriyle ele alınmalı. Olumsuzluklarının insaniyet namına bir getirisi olmayacağı çok açık. Öyle ki buna rağmen siyasi rant, çıkar ve menfaatler bu öğelerin olumsuzluklarını insanlara dayatabiliyorlar ki bunun herkesçe bilinen adı da faşizmdir. Oysaki bu değerler dünyanın kültürel hazineleridir ayrıca özünde ayrıştırıcı değil birleştirici etmenlerdir. İnsanın, bütün değerlerin(din,dil,milliyet,cinsiyet ayrımcılığı vb.. )üzerinde tutulmasına hümanizm denir. Kısacası hümanizmin egemen olduğu bir dünyada gerçek barış ve özgürlükler olacaktır.
Spesifik olarak her insan var olma mücadelesi verir. Bu mücadelede kendi kimliğini de yanında bulundurur. Bu kimlik ölene kadar onu takip eder. Çünkü var oluşuyla birlikte oluşturulmuş bu kimlik değiştirilemez. Toplumları oluşturan bireyleri birey yapan bu kimliklerdir. Kimi zaman doğal yolların haricinde başvurulan yapay bir takım girişimlerle bu süreç durdurulmaya ,değiştirilmeye ve asimile edilmeye çalışılmaktadır. Devletlerin nüfuz alanlarını genişletmek adına ortaya koyduğu bu antidemokratik adımlar kişi haklarını ihlal etmekte ve kültürel soykırıma yol açmaktadır. Azınlıkların sahip olduğu değerler çoğunluğa uydurulmaya çalışılıyor. Ne yazık ki bu durum yayılma politikasına alışık kimi çevrelerce olağanmış gibi aksettiriliyor. Kültürel erozyona uğrayan bir millet var olamaz. Önce dilini hedef alırlar sonra inancını en sonda kültürüne son darbeyi indirirler. Sonrada sizin dininiz ve kökeniz bize dayanıyor diye zırvalarlar. O toplum artık her konuda soykırıma uğramış ve neticede kendi benliğini unutmuştur. Tanrının kendine verdiği emaneti koruyamamış zenginliğini kaybetmiştir.
Sömürgeleştirme döneminde batı devletleri önce Hindistan ve Afrika'yı daha sonrada bütün dünyayı kolonileştirmişti. O dönemlerde işgal ettikleri ülkelerin yerel haklarını da vahşi bir asimilasyondan geçirmişlerdi. Bu halkların maddi ve manevi bütün varlıklarını faşizmin en vahşi şekliyle sömürdüler. Çıkar ilişkileri ve para isin içinde yer alınca bu toplumlar canavarlaştı. Günümüzde ki devlet algısı da bu yöndedir. Dün olduğu gibi bugün ve yarında bu canavar doymak bilmeyecektir. Güçlenme hırsı beraberinde ezme ve yok etme dürtüsünü de getirmekte. Ne yazık ki bu vahşi düzen de azınlık haklarını koruyacak uluslararası bir anlaşma yok. Demek oluyor ki toplumların kendi kaderlerini kendileri çizmesi gerekecek. Bu da sinirsiz bir mücadeleyle mümkün olabilecek.
0 yorum:
Yorum Gönder